Türk Milliyetçiliğinin doğuşu

Osmanlı İmparatorluğu 18.yüzyılla birlikte eski kudret ve ihtişamını kaybetmeye ve bunun sonucu olarak muhabere meydanlarında yenilip toprak vermeye başlayınca bir “ıslahat” yani reformlar dönemiyle birlikte yeni bir fikir gelişimine şahit oldu. Baş gösteren bu fikri gelişim Türk milliyetçiliğinin doğuşudur. Türk milliyetçiliği kısmen yerli ve yabancı fikir adamlarının yayınlarıyla, fakat daha çok milli benliklerine kavuşmuş kavimlerin bir biri ardından Osmanlı Devletine indirdikleri darbeleri sonucu alınan acı derslerin etkisiyle uyandı.

Türk Milliyetçiliğinin ilk belirtileri edebiyat alanında netleşti. İlk kez Þinasi 1845’te Öz Türkçe kelimeler kullanarak mısralar yazmaya başladı. Ziya Paşa, Türklerin asıl şiirini taşrada, bütün canlılığıyla yaşayan halk edebiyatında aramak gerektiği lüzumunu belirtti. Ahmet Vefik Paşa, Türkçenin zenginliklerini dile getirdi. Ali Suavi de bazı yayınlarında açıkça Türklükten bahsederek, devletin kururcu unsuruna dikkati çekti.

Arthur Lumley Davids adlı bir Türkolog 1832’de Londra’da “Türkçe Gramer” adlı bir eser yayımladı. Kitap 1836 da Fransızcaya çevrildi. Aydın Türkleri çok etkiledi. Fuat ve Cevdet Paşa’lar “Kavaid-i Osmaniye”yi yazarken bu kitaptan yararlandılar. Bu gelişmelere Ali Suavi 1869’da Paris’te basılan “Ulum” adlı derginin ilk sayısında Türklüğü öven bir yazı ile güç verdi.

Þinasi’nin “Ulum” dergisini çıkardığı yıllarda Mustafa Celaleddin Paşa’nın Fransızca “Eski ve Modern Türkler” adlı eseri yayımlandı.

Fransız Leon Cahun, Macar Arminius Vambery gibi Türkologlar, Türkler’in medeniyete önemli katkılar yapmış, köklü bir kültüre sahip, eski ve büyük bir millet olduğunu belirten ve İslamiyet’ten önceki Türk tarihine de dikkati çeken eserler yayımladılar. Bu yayımlar Türkiye’de büyük yankılar uyandırdı. Danimarka’lı Prof. Thomsen, Göktürk yazıtlarını okudu. O yazıtlardaki vatan sevgisini Türklüğe yaydı.

Birçok Tanzimat yazarlarının, aslında Türk Milliyetçiliğine gönül vermiş olsalar bile bunu Osmanlıcılık perdesi altında saklamaya çalıştıkları bir sırada, Muallim Naci bir şiirinde açıkça ben Türk’üm diyebildi.

“Türk olan nimetşinas olmak gerek

Ben ki bir Türk’üm unutmam Caberi .”

Ahmet Vefik Paşa’nın dil konusu ile ilgili çalışmaları ve Türk atasözlerini derleyen eseri yanında, Bahadır Han’ın “Þecere-i Türk” adlı kitabını Doğu Türkçe’sinden çevirerek tarihimizin Osmanlılar’dan önceki dönemine bir ölçüde ışık tutmaya çalıştığını hatırlatmakta yarar vardır. Tarih ve Dil Türkçülüğü, Siyasi Türkçülüğün zeminini oluşturmuştur.

Tanzimat yazarlarından. Sait Bey’in Sade Türkçe’yi savunan şu dizeleri, o dönem için büyük yenilikti:

“Arapça isteyen Urban’a gitsin

Acemce isteyen İran’a gitsin

Frengiler Frengistana gitsin

Biz ki Türk’üz bize Türki gerekir

Bunu anlamayan cahil demektir”

Sonradan 1877–78 savaşında Þıpka kahramanı diye ün kazanan Askeri Okullar Nazırı Süleyman Paşa’nın Öğretime Türk Milliyetçiliğini sokmayı başaran ilk zat olduğu bilinmelidir. Askeri okullarda okutulan ve 1876’da yayımlanan “Tarihi Âlem” adlı kitabında Türk tarihine büyük bir yer ayıran Süleyman Paşa, Avrupa Tarihçilerinin “ya dinimize ya milliyetimize ait iftiralarla dolu” kitaplar yayınladıklarını, kendi milli tarihimizi yazmak zorunda olduğumuzu belirtmişti.

Dil konusundaki kitabına da “Sarf-ı Osmanî” yerine “Sarf-ı Türkî” adını vermişti. Bir başka kitabında Allah’ı anlatırken kullandığı dil tamamen Türkçe idi. 19,yüzyılın ikinci yarısında ve 20, yüzyıl başlarında yazılan askeri marşlarda, Osmanlı sözcüğünün yanı sıra Türk sözünün sık sık kullanılmaya başlanmasıda anlamlı idi:

“Aslan yürekli Türkleri düşman görsünde çatlasın

Arş ileri marş ileri Türk askeri dönmez geri

Þanlı Türk ahvadiyiz, biz vatan evladıyız”

 

gibi.

Kamus-i Türkî adını verdiği iki ciltlik büyük sözlüğü ile Türk dilinin yeniden benliğine kavuşmasına katkıda bulunan Þemseddin Sami, Türk dilinin hiç de dar bir dil olmadığını, ancak “Birbirimizle yarışırcasına Arapça ve Farsça tuhaf sözler ve hatta Fransızca kelime ve tabirler ararken, dilimizin sade ve güzel kelimelerini unuttuğumuzu “ belirtiyordu. Ona göre konuya bilgiyle el atılırsa Türkçe’nin güzel sözlerini bulup meydana çıkarmak ve anlaşılır bir dille yazmak mümkündü. 1861–1935 yılları arasında yaşamış ve birçok eser vermiş Necip Asım’ında Türk milli bilincinin ve Milliyetçiliğinin uyanmasında ki rolü büyüktür. Özellikle Türk Tarihi adlı eseri, Türkçe atasözleri derlemesi, Türk Yurdu ve milli Tetebbular gibi dergilerde yayımlanan bilimsel incelemeleri zikretmeye değer…

Türk milliyetçiliğine hizmet eden bu isimlere daha sonraları Veled Çelebi, Bursali Tahir, Mizancı Murat, Tarihçi ve Türkolog Fuat Köprülü gibi birçok yeni isim katılacaktır.

20, yüzyıl başlarında Rusya’dan Türkiye’ye eğitim seviyeleri yüksek birçok aydın göç etti. Bunlar Rusya’daki Türkoloji çalışmalarını yakından izlemiş, batı kültürünün Türklüğe bakış açısını bilen milliyetçi kimselerdi. Gaspırali İsmail, Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyin Zade Ali bu konunun ilk isimleridir. Daha sonraları yurt dışında çalışan, Avrupa’nın Türk’e bakış tarzını, Türk’ün Türke bakış tarzına çeviren ve Türkiye’ye döndükten sonra gönüllü olarak üniversite kürsülerinde görev alan birçok değerli bilim adamının milliyetçiliğe katkısı büyük olmuştur.

Cemalettin Afgani “Türk Yurdu ” dergisinde yayınlanan bir incelemesinde din birliği yanında dil birliği ve milli beraberliğin gücüne değindi. Sevgili gençler bu milli birlik ve beraberliğin sağlanması için bilim adamlarımızın ve araştırmacılarımızın mesaisi çok büyük olmuştur. Bunun kıymetini biliniz. Biliniz ki “bölük bölük bölünürsek, oluk oluk ağlarız…”

Cemaleddin Afgani, Þair Mehmet Emin’i en çok etkileyenler arasındadır. Mehmet Emin’in sesi taze ve gür bir sesti:

 

“Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur,

Sinem Özüm ateş ile doludur,

Tuttuğum yol ecdadımın yoludur.

Türk evladı evde durmaz, giderim”

Türklüğü ve Türkçülüğü bayraklaştıran Emin’in yanında nesirde Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) devleşiyordu.

Bu dönemde, Türk derneği’nin kuruluşuna, Türk yurdu dergisinin etkili yayınlarına ve nihayet 1912’de faaliyete geçen Türk Ocağı’nın doğuşuna şahit oluyoruz. Bu dernek ve dergilerin amacı; Türklerin geçmişteki ve bugünkü başarılarını ve faaliyetlerini araştırmak, milli kültürü geliştirmek, Türklerin fikri, sosyal ve ekonomik düzeyini yükseltmek, Türk dilinin gelişmesine yardımcı olmaktı.

Ziya Gökalp’ında Milli görüş ve düşünce üzerine etkisi büyük olmuştur. Başlangıçta Gökalp tıpkı Namık Kemal, “Genç Osmanlılar” “İttihat – Terakki” kurucuları gibi Osmanlılık üzerine durmuştu. Bütün Osmanlı kavimlerine eşitlik tanınır, Türklükten pek bahsedilmezse, Balkan kavimleri dâhil, Bütün Osmanlı tebaasının meşrutiyet ve hürriyet sayesinde bir arada tutulabileceği tezini, Türk Milliyetçiliğine tercih edenler arasında Gökalp’ de vardı. Gelişmeler ve deneyimleri Gökalp’ a doğruyu göstermiş ve Þair hayatını yönlendirmiştir.

Gökalp, 1911 Haziranında “Altın yurt ” adlı şiirinde Türk adını açıkça kullanmıştır. (İlk kez 7 Ağustos 1913’ te yayımlanan “Çocuklar için İlahi ” şiirinde

“Yüce Tanrı biz ki yavru Türkleriz,

Sana geldik, vatan için duaya

Yurdumuzun necatını dileriz,

Elimizi işte açtık semaya

 

Yüce Tanrı, kalbimizi uyandır

Yasamızın manasını duyalım,

Beşbin yıldır Türk onunla şanlanır,

Biz de Türk’üz soyumuza uyalım. ”

1915 te Millet adlı şiirinde şair:

“Sorma bana oymağımı boyumu,

Beşbin yıldır millet gibi yaşarım,

Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,

Türk’üm bu ad her unvandan üstündür.”

Artık Osmanlı Devletini, Osmanlılık bilinci ile bir arada tutma hayali, yerini Türklük bilincine ve inancına bırakmaya başlıyor. 1916’ da yayımlanan “Lisan” adlı şiirinde Gökalp, millet olgusunun kültür ve dille ilgisini belirtiyor:

“Türklüğün vicdanı bir,

Dini bir, vatanı bir,

Fakat hepsi ayrılır

Olmazsa Lisanı bir.”

Daha sonraki yıllarda Atatürk’te Gökalp gibi Türk milletinin oluşması ve varlığını koruması bakımından Türk Dili’nin taşıdığı önem üzerinde duracaktır.

Bir hatıra ile sözlerimi tamamlayayım:

Bir gün Ahmet Vefik Paşa Bursa’ya gelir. Bursa’nın en kalabalık kahvehanesi olan Çınaraltı’na gider. Görür ki bütün masalar dolu. Sevinir. Bu insanlara milliyetini sormaya başlar:

İlk masadakilere teker teker milliyetini sorar her biri Laz, Çerkez, gürcü, Abaza, Kürt, …v.s milliyetlerle kendilerini takdim ederler…

Bu hal uzadıkça Ahmet  Vefik Paşa’ nın morali bozulur. En son masada tek başına oturmakta olan yaşlı bir insan vardır. O’nun yanına varır. Babaya: “Sen nesin?” diye sorar.  Adamcağız ayağa kalkarak “Affedersiniz. Ben de Türk’üm” der.

Ahmet Vefik Paşa heyecanla “Baba ne çekiniyorsun ben de Türk’üm Türk” diye sesinin olanca tonuyla bağırır.

Kahvede olanlar bu sesten etkilenerek ayağa kalkar. “Biz de Türk’üz ” diye bağırırlar.

Bu olay Türklüğün ayağa kalkışı olayıdır, milli heyecanın dirilişidir…

Eksiklerimden dolayı özür diler, okuyuculara saygılar sunarım…

Yakup İstikbal

Emekli Tarih Öğretmeni/Araştırmacı 

Tarihimizi ucuza sattılar!

Tarih yaşanan ve akan bir gelişim ırmağıdır. Tarihi yaşatan arkeolojik kalıntılar ve yazılı belgelerdir. Tarihin yaşadığı yer arşivlerdir. Arşivler bir ülkenin tapu senedi ve milletin kimliği, siyasi arenada onun şahitleridir. Bir milleti bugüne ve bugününden yarına bağlayan temel dayanağıdır.

Arşivler devletlerin ve milletlerin haklarını ve milletler arası münasebetlerini belgeler ve korurlar. Konuları aydınlatmaya ve tespite yararlar. Bu arada ait olduğu devrin örf ve adetlerini, sosyal ritmini ortaya koyarlar.

Bir milletin büyüklüğü, günümüzde artık politik sınırlarıyla birlikte ve onun üstünde, kültür varlıkları ve zenginlikleri, milli birlik ve bütünlüğü ile ölçülmektedir. Milli kültürüne sahip çıkmayan milletler, geleceklerini devam ettiremezler. Bir milletin kültürü, o milletin sosyal düzeni demektir. Hayata kavuşturulacak arşiv belgeleri bu yüce milletin hukuka ve ilme saygısının şüphesiz insan sevgisinin delilleri olacaktır. Bir devletin veya milletin tarihi, hatıra ve izleri, devlet ve millet hayatının öz çizgileri arşivlerde saklıdır.

Dört bin yıllık tarihe, eski olduğu kadar zengin bir çevreye sahip olan Türk milleti açısından konunun taşıdığı önem çok daha farklı bir mahiyet arz etmektedir. Orta çağın en ileri ve medeni devletlerinden biri olan Uygur Türkleri’nin şehirlerinde zengin kütüphaneler, devlet daireleri, noter ve gümrük örgütü, mahkemeler ve resmi evrakın saklandığı arşivler bulunmaktaydı. Bizde mevcut olan bir devlet geleneği olarak ilk devirlerden itibaren kâğıda saygı fikri dini bir inanışla kitap sevgisini oluşturmuştur.

Türk İslam geleneğinde, yazılı kâğıda saygı gösterilmesi nedeniyle devlet işlerine ait yazılı belgelerin tamamı, müsveddelerde dâhil olmak üzere titizlikle muhafaza edilmiştir.

Türkiye arşiv malzemesi bakımından çok büyük zenginliğe sahiptir. Bu zenginliğe Dünya milletleri gıpta etmektedir. Amerika gelecek nesillerine tarihi zenginlik bırakabilmek için bugünkü medeni vasıta ve eserlerini çok iyi ambalajlayarak toprak altına gömmekte, diğerlerini de çok iyi geleceğe yönelik dayanıklı bir şekilde muhafaza etmektedir.

Osmanlı devletinin dâhili ve harici resmi yazışmaları, anlaşma metinleri, merkez teşkilatı dairelerinin arşiv malzemesi bugün İstanbul’da Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda saklıdır. Bazı müze, kütüphane, müftülük ve diğer devlet devairinde de bu devrin tarihi ile ilgili zengin tarihi doküman bulunmaktadır.

Türk Tarihinin Osmanlı dönemine ait çok miktarda arşiv belgelerinin çeşitli ülkelerin arşivlerinde bulunduğuda bir gerçektir. Yalnız arşiv belgeleri değil, Anadolu’nun arkeolojik tarihi kalıntılarının dünya da olmadığı müze bulamazsınız.

Osmanlı Devletinin tarihi süresini tamamladıktan sonra çeşitli devlet daire ve nezaretlerdeki belge niteliğinde olan vesikaların “Hazine-i Evrak” a devri ile Osmanlı Arşivi fevkalade zenginleşmiştir. Hazine-i Evrak Türk milletinin bilgi hazinesi ve Türk varlığının özüdür. Kültür unsurları milletlerin değer hükümlerinin tümüdür. Bir toplumun yalnız medeni olması yetmez, millet olabilmesi için öz bir kültüre sahip olması gereklidir. Devlet, millet, bayrak sevgisi kültürden gelir. Tarihteki zaferlerimizin ve yapıcı ve yükseltici inkılâplarımızın dayanağı hep milli kültürümüze istinad etmektedir. Bu bakımdan Osmanlı Arşivi, Türkiye’nin olduğu kadar bugün müstakil olmuş Orta ve Yakın-Doğu, Balkan, Akdeniz, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinin kültür, iktisat ve siyasi tarihlerinin belirlenmesinde bağımsızlık heyecanı olmuş, bu heyecan her türlü baskı ve karanlığı yıkmış, hürriyet bayrağını yükseltmiştir. Ayrıca milletler arası hakların savunulması ve korunmasında, bilhassa vatandaş haklarının hukuki dayanağı olması bakımından son derece önem arz eder…

Hazine-i Evrak Osmanlı Devleti’nin sona ermesinden sonra 1923’te kaldırılan Sadaret evrakının ve eşyasının muhafazası için Başvekâlet Kalemi Mahsus Müdüriyetine bağlı “Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği” adı ile yeniden re-organize edilmiş ve Osmanlı Devleti’nin son Hazine-i Evrak Müdürü durumundaki Mahmut Nedim Bey mümeyyiz tayin edilmiş ve kaldırılmış olan Þura-yı Devler arşivi de bu mümeyyizliğin yönetimine verilmiştir.

1923 yılında “Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği” adı ile “Başvekâlet Kalem-i Mahsus Müdüriyeti “ ne bağlanan Arşiv Örgütü, 1927 de “Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği” adı ile Başvekâlet müsteşarlığına bağlanarak bir bakıma bağımsız bir daire hüviyetini kazanmıştır.1929 senesinde “Başvekâlet Muamelat müdürlüğüne” bağlanmıştır. Daha sonra 20 Mayıs 1933 tarih 2187 sayılı kanunla Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki “Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği ”,   Başvekâlet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü adı altında birleştirilmiştir. 19 Nisan 1937 tarih ve 3154 sayılı kanunla Başvekâlet teşkilatı içersinde Müsteşar’a bağlı müstakil bir arşiv dairesi haline getirilmiştir. 29 Haziran 1943 tarih ve 4443 sayılı kanunla müsteşarlığa bağlı “Başvekâlet arşiv Genel Müdürlüğü” şekline kavuşturulmuştur. Daha sonra 9 Mart 1954 tarih ve 6330 sayılı “Başvekâlet Teşkilatı Hakkında kanun “içinde yer almış. 27 Þubat 1982 tarih ve 8/4334 karar sayılı “Bakanlıkların yeniden düzenlenmesi ve çalışması esasları” nın yürürlüğe konulması hakkında Bakanlar Kurulu Kararı ile Başbakanlık Teşkilatı içersinde “Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı”  adını almıştır. Son olarak 19 Ekim 1984 tarihinde yürürlüğe giren 3056 sayılı Başbakanlık teşkilat kanunu uyarınca birbirinden ayrı olarak faaliyet göstermekte olan İstanbul da ki Osmanlı Arşivi ile Ankara da ki Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlıkları “ Devlet Arşivleri Genel müdürlüğü” çatısı altında birleştirilmiştir.

3056 sayılı Başbakanlık Teşkilat Kanunu çerçevesinde milli Arşivlerimizin korunması ve değerlendirilmesi ile ilgili her türlü görev Başbakanlığa verilmiş bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti uzun süren savaş yıllarında her yönünden binlerce kilometre kare  toprak kaybetmesine rağmen, altı yüz yıl sürmüş olan uzun saltanatının hatıra ve tapu senedi durumunda ki arşiv malzemesini özenle muhafaza etmiştir.

Yalnız her ne oldu ise arşivler ilgililere bir Angarya gibi gelmeye başlamış ve bunlardan kurtulma çareleri aranmıştır. Önce bu paha biçilemez belgelerin Kadırga çöplüğüne atılarak yakılmak suretiyle imhası düşünülmüş, bu sıra Bulgar başkonsolosluğunun devreye girmesiyle milli hazine okkası 3 kuruş on paradan Bulgarlara satılmıştır.

Lafonten misali:

“Horozun biri çöplükte eşinirken bir inci bulur,

Alır bunu kuyumcuya doğrulur,

Bu benim işime yaramaz der,

Alda bunu bana biraz darı ver… ”

Kâğıt niyetiyle satışa çıkarılan belgeleri, Sofya yakınlarında Kostaneç kasabasında faaliyet gösteren Berger Ailesine ait “Srrnee Berger Kâğıt Fabrikası ”nda hamur yapılarak tekrar kağıda dönüştürülmek amacıyla satın alınmıştı. 1931 yılında satışı yapılan bu belgeler, 1928–1929 yıllarında “Hazine-i Evrak”ta araştırma yapmış olan Panço Doref : “Türkiye’den gelen hurda kağıdın aslında hurda olmadığı, her biri paha biçilemez belgelerden oluştuğu, Bulgar Hükümeti’nin bu belgelere el koyması gerektiği  ” isteği doğrultusundaki telgrafı üzerine Bulgar hükümeti, hurda kağıtlarla dolu araçların Bulgaristan’a duhul etmesi ile kağıtları satın alanlara karşılığını ödeyerek, kağıtlara el koymuştur. Satılan belgelerin miktarı 40 ton olup, tanzimattan sonra muhtelif dairelerden gelen belgelerin Sultan Ahmet’teki Bizans döneminden kalma Hapishane’de bulunan evrak, Maliye Bakanlığının emri ile Defterdarlıkta konu ile uzaktan-yakından ilgisi bulunmayan –uzmanlığı olmayan iki tapu memurunun üstün körü incelemeleri sonucunda:

“Günün maliye işleri ile ilgili olmayıp, bir değer taşımadıklarına, hükümlerinin geçmiş olduğuna” karar verilerek ve bir kısmınında boş kâğıt parçaları olduğu iddia edilerek kağıt fabrikalarında hamur haline getirilmek maksadıyla Sirkeci’den vagonlara doldurulmuş ve hedefine ulaştırılmıştır.

Evraklar kamyonlara ve daha sonra vagonlara yüklenirken yerlere dökülen kâğıtlar çocukların ellerinde oyuncak olmuş, bunu farkına varan aydın kesim ve bilhassa tarihçiler 3–5 kuruş vererek çocukların elinden bu belgeleri toplamışlardır. Etrafa dağılanları da çöpçüler toplayarak Kumkapı’daki Kadırga çöplüğüne atmışlardır. Çöpe atılan bu cins kâğıtların para ettiğini gören çocuklar çöplüktekileri toplayarak kıymetini bilenlere satmak suretiyle bu belgeleri kurtarmışlardır.

Bir milletin kendi kültürünü, kendi benliğini, tarih mirasını kendi eliyle vagonlara yükleyerek yabancı bir devlete göndermesi fevkalade acı bir olaydır.(Fazla bilgi için bk. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı yayın no:17)

Bu acı olaydan haberdar olan Konyalı İsmail Hakkı Efendi ve Muallim Cevdet Bey gibi bu belgelerin kıymet ve tarihimiz için önemini bilen gayretli kişilerin girişimleri ile arkada kalan daha tonlarca belgenin satışı önlenmiştir. Bilhassa Köprülü Fuat ve Ahmet Refiğ gibi Þuh tarihçiler konunun önemine dikkat çekerek Ankara’yı uyarmışlardır. İsmail Hakkı ve Muallim Cevdet Beyefendilerin öncülüğünde bir grup aydın devrin Başbakanı İsmet İnönü’ye bir telgraf çekerek, İstanbul’da çıkan gazetelerde ateşin yazılar yazarak satışın durdurulmasını istemişlerdir.

Arkasından da bir rapor göndererek satılan belgelerin çok kıymetli olduğunu, dünyada bir emsallerinin olmadığını belirterek işin vehametini dile getirmişlerdir. Kâğıt fabrikalarına gönderilerek heba edilmemeleri için acilen T.C Hükümeti’nin Bulgar Hükümeti nezdinde harekete geçmesi gerektiğini belirtmişlerdir.

Konu araya giren bazı şahıslar marifetiyle mecliste, bakanlıklarda ve Başbakanlık müsteşarlığı nezdinde de gündeme getirilmiş; nihayet Başbakan Sayın İsmet İnönü imzasıyla yayınlanan bir genelge ile “Devlet Dairelerinde bulunan tarihi değere haiz evrakın hiçbir şekilde imha edilmemesi ve satılmaması, gereğine uygun bir şekilde korunması” bildirilmiştir.

Konunun devlet düzeyinde ele alınması olayı Muallim Cevdet’in İsmet İnönü’ye yazdığı mektup ile başlamıştır. Muallim Cevdet mektubunda Türk tarih ve kültürü yönünden çok önemli bir belge olan evrakın satılmasının yanlışlığı konusunda endişelerini ve tepkisini belirterek Türk tarihinde şimdiye kadar karanlıkta kalmış birçok konunun bu belgeler olmadan aydınlatılmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir. Konu ile ilgili olarak T.B.M.M inde faaliyete geçilmiş, Saruhan Mebusu Refik Þevket Bey Meclis Başkanlığına cevaplandırılmak kaydıyla bir soru önergesi vermiştir. Bu önergede, satılan evrakın bulunduğu mahzende ne kadar zamandır ne tür belge bulunduğu, bunların kimin sorumluluğunda olduğu, tasnif işleminin yapılıp yapılmadığı, evrakın niçin satıldığı, satışta hangi usullerin uygulandığı, satılan evrakın kıymetli olup olmadığı, satılanların geri alınması için bir teşebbüste bulunup bulunulmadığı, satıştan sorumlu olanların kanuni takibata uğrayıp uğramadıkları gibi hususlara yer verilmiştir.

Bu önergeye dönemin Maliye Vekili olan Mustafa Abdulhalik tarafından Meclis’in, kamuoyunun ve ilmiye çevrelerinin heyecanını dindirecek bir cevap verilememiştir. Verilen cevap tatminkâr olmamıştır.

Tepkiler çok şiddetlendi, bunun üzerine belgeler Bulgaristan’dan geri istendi. Bulgarlar, istediğiniz fiyatı vererek belgeleri aldık, istediğimiz fiyatı verirseniz iade ederiz dediler. Çok yüksek fiyat istemiş oldukları belli ki belgeler alınamadı.

Bulgaristan Bilimler akademisi Başkan Yardımcısı ve Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Vera Mutefçiyeva’dan edinilen bilgilere göre:

1931 yılında hurda kâğıt yerine Türkiye’den Bulgaristan’a getirilen söz konusu malzeme Viyana’da tetkik ettirilerek her birinin çok değerli belgeler olduğu ilmi bir raporla teyit edildikten sonra Bulgaristan’daki “Cyril ve Methodius kütüphanesi”nin Þarkiyat şubesinde koruma altına alınmıştır.

Değişik fonlardan XV ve XVIII yüzyıllara ait olmak üzere 10,570 poz, 21,140 sayfa tutan 113 defterin mikro filmi, Bulgarların alıştaki kâğıt bedelinin üç katı değerinde (okkası 3 kuruş10 paraya satılan tarihin, her sayfasına 3 kuruş 10 para x 3 = 9 kuruş 30 para ) para ödenerek belgelerin bir kısmının mikro filmi İstanbul’da Başbakanlık arşivi Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığına kazandırılmıştır.

Belgeler 1931 yılından bu yana çeşitli aralıklarla ve değişik sistemlerle tasnif edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda:

XV ve XIX yüzyıllara ait 713 defterden teşekkül eden ve kronolojik sıra takip eden defter grubu fonu

219 dosya içinde 22.000 civarında çeşitli konulara ait belge ve defterden meydana gelen “ORİENTAL ARÞİV KOLEKSİYONU” OAK adı verilen fon

XVI- XVIII yüzyıllara ait 13.000 belge ve defterin mevcut olduğu (NPTA) fonu

Coğrafi bölge ve idari merkezler esas alınarak tasnif edilen ve bir milyon belgeyi ihtiva eden fon. Tasnifi yapılmamış henüz pek çok belge daha sıra bekliyor.

 

Tasnif işleri 5 kişilik bir uzman heyet tarafından yürütülmektedir. Bulgar Hükümeti’nin izni ile yapılan çalışmalar sonucu yukarıda belirtildiği üzere 10.570 poz, 21.140 sayfa tutan 113 defterin mikro filmi Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı mikro film ünitesine kazandırılmıştır.

Kalan belgelerin mikro filmleri temin edilinceye kadar bu çalışmalar sürdürülecektir. Ne var ki tamamen belgesel bir ilmi araştırma kurumu olan İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde hocalar belge verirken aslı Balkan arşivinde dediklerinde öğrencilerin milli gururu rencide oluyor. Yazık ki milli varlığımızın kopyasını yabancı ellerden almaktayız.

Kıymetli dokümanları ihtiva eden bu defterlerin süratle tab edilip kataloga çevrilerek araştırmaya açılması çalışmaları sona doğru yaklaşmaktadır. 1931 yılında hurda kağıt olarak satılan belgelerin dışında Bulgaristan’ın çeşitli bölgelerine ait 200 adet şer’iye sicili ile Balkanların en büyük ve en eski manastırı olan Rila manastırı’nda Osmanlı dönemine ait 18 i padişah fermanı olmak üzere 76 adet belgenin varlığı tespit edilmiştir.

Rila manastırı’ndaki belgelerin en önemlisi ve en eski tarihlisi Fetret Döneminde (1402–1413) yıldırım Beyazıt’ın oğlu Süleyman Çelebi tarafından bu manastırın korunması için verilen fermandır. Rila Manastırı’ndaki Türk dokümanları ile ilgili olarak 1910 yılında Sofya’da D. İhçiyev tarafından Bulgarca bir eserde yayınlanmıştır.

Bulgaristan’a evrak satışıyla ilgili gelişmeler için bak. Osman Ergin M.Cevdet’in hayatı, eserleri ve kütüphanesi (Bozkurt Basımevi, İstanbul 1937 adlı eserinde ayrıntılı bilgi vardır.)

Son posta gazetesi Muharrirlerinden İbrahim Hakkı Bey 4 Haziran 1931 günlü adı geçen gazetede “Okka ile Satılan kıymetli evrak meselesi” başlığı altında ilk kez konuyu basına mal etti.

 

Eksiklerim olmuşsa değerli okuyucularımdan özür dilerim.

Yakup İstikbal

Emekli Tarih Öğretmeni/Tarih Araştırmacısı